‘Bir Başkadır’ın ardından senaryosunu yazdığı ‘Azizler’ ve yazıp yönettiği “Cici” ile Netflix ekranlarında görünen Berkun Oya, platformdaki ilk işi kadar sükse yapmamıştı. Bu kez ‘Kuvvetli Bir Alkış’la şansını deniyor. Takip eden aşamalar üzerine kurulu bölümleriyle dizide belli bir öyküden söz etmek güç ancak temaya ve nasıl işlendiğine kısaca değinebiliriz.
VİTAMİNİ KAÇMIŞ AİLE
‘Kuvvetli Bir Alkış’, bir büyüme ve küçülme hikayesi… Portakalda vitaminin serpilip büyümesi, bardağa güzelce sıkılması anlatılıyor dizide. Topluma kabulün, normalleşmenin ağrıları çekiliyor. Bardakta bekliyor bu meyvenin suyu, kimse içmiyor onu. Kahırlanıyor vitamin…
Dizide tüm aşamaları seyrediyoruz. Doğuma hazırlık, doğum, ayrılıklarla bunalımlı seyreden bir erken ergenlik, bol sancılı ve arayışlı geçen eğitim öğretim süreci. Nihayet büyüme ve hayata tutunma çabası… Bir meyve nasıl olgunlaşıyorsa öyle olgunlaşıyor ‘Kuvvetli Bir Alkış’ ve dalında durmuyor.
ÇEKİRDEKTEN ELEŞTİRİ YA DA ÇOCUKTAN AL HABERİ
Başlığa aldanmayın, alkış yerine ağıtı öne çıkarmakta dizi ve yerli Netflix içerikleri arasında popüler bir damardan beslenmekte… Kaynaklarına erişim kolay, alkışı garanti… Ne de olsa orta üst sınıf alışkanlıklara vurmak moda! Öyle ki bir Hakan Günday vuruyor bir Berkun Oya! Ring hiç boş kalmıyor. Oya’nın dizisinde de kaçış planı yapmış, bavulları çoktan toplamış bir hüzün hissediliyor. Hüzün dahi göçe hazırlanıyor, “burada yaşanmayı” hak etmediği düşünülüyor!
Dizide, “Yeni Türkiye” ile birlikte maddi manevi şişirilen, eski şehirli orta sınıfın (esnafın, memurun) kemikleri üzerinde yükselmiş ancak bir dizi ekonomik ve siyasal buhran sonrası izleri silinmiş, siyasi ve iktisadi bütünlüğü ortadan kalkmış bir kesim, kültürel bağlamda ele alınırken geçmiş alışkanlıklara, “old but gold” dönemlere ağıt yakılıyor. Bugün hâlâ dizideki gibi yarı beyaz yarı gri yaşanıyor şüphesiz ve bu alışkanlık kümesinde buluşanlar sayıca da azımsanamaz fakat sahte iktidarlarını yitirdikleri, “düştükleri” ortada…
Berkun Oya bu kesimden karakterlere yer verse de oyunlarında rastlantıları iyi örüyordu, yine ‘Bir Başkadır’da başarılı karşılaşmalar çizdi fakat sonrasında (dijital platformlar için) orta sınıfa çakılıp kaldı. Dijitale iş yapmanın konforu mu baştan çıkardı ona yoksa hep oradaydı da bizim durduğumuz açıdan mı başka görünüyordu bilinmez. Oya belli ki başını değilse de ayağını kuma gömdü ve duruşunu sağlamlaştırdı. Herhalde bu koşullarda tek dileği gölge etmememiz!
Doğrusu sık baktı ama çok yönlü bakmayı da başardı Oya, orta sınıfın yırtan ve yırtınan iki kesitini öyküleştirdi. İzleri silinmek üzere kısım yırtınan, alışkanlıkları sorgulayan kesitte belirirken; direnen, yukarı tutunmaya çalışan kısmı ise yırtmasına karşın alışkanlarından zehirlenen, çürüyen bir zeminde betimledi. ‘Azizler’de(1) ve “Cici”de rahatsızlıkları bildirdi. Her iki anlatıda da olay örgüsüne travmalar ile gündelik sıkışmışlıklar ve hepsinin ötesinde refah içinde geçen yılların peşi sıra göğsün tahtasına karabasan gibi oturmuş ekonomik problemler damga vuruyordu… Karakterlere öyle bir yük biniyordu ki omurgalar eğriliyordu. ‘Kuvvetli Bir Alkış’ta ise çekirdeğe yönelik eleştiri tavrı değişmese dahi “çekirdekten eleştiri” ile bir adım daha atılarak “yetişme, yetişip gitme” başlığı gündeme alındı ve Oya sık konuşulan ama pek ilişilmeyen bir alana daldı: Orta sınıf alışkanlıkların bir uzantısı olarak çocuk sahibi olmak!
Çocuk kabul etmeyen restoranlar, uçuk servis fiyatları, tekinsiz ortak alanlar ve devlet tarafından karşılanan, hak ve ana sütü gibi helal olması beklenen eğitimin tasfiyesi bu krizin “yetiştirmeye bağlı şımarıklık”tan altyapı yetersizliğine değin toplumla temasını açıklıyordu. Çocuk biricikti, kendine dönüktü fakat tehlikelerle yüz yüzeydi. Güvenli dünyasında yücelirken, eleştiriden muafken; sokakta/”orman”da kurt kanunlarına tabiydi. Bu ikircikli durum yenilmiş orta sınıfın taşlanan alışkanlıklarında dişe dokunur yegane mevzi kılındı ve orta sınıf; çocuğu üzerinden var olmaya, ilksel bir dürtüyle salt soyunu değil (ülkemiz özelinde söylersek) 2003-2013 arası koşullarını da savunmaya çalıştı. Bu çaba, Oya’nın dizisinde olduğu üzere kâh dalga konusu edildi kâh sosyal medya gibi ucuz yargı sahalarında, kimlik siyaseti ile şımarıklık arasında bağ kurulmasına yaradı ve nihayet bir (yavruya) düşkünlüğün tarifine hizmet etti.
Oya da büyük ölçüde sosyal medya çıkışlı bu gayriciddi yargıları alıp derlemiş, son raddesine vardırmış. İki gebe kadının oy kullanmayı beklerken bir okul koridorunda yan yana oturdukları sahnede kimlik siyaseti, “şımarık yetiştirme” pratiği ile özdeşleşiyor. Yine iki çocuğun ağız dalaşını sergilediği sahnede hayata bakış “küçükten al haberi” düsturunca çocuklara yansıtılıyor. Doğrusu dizi de baştan sona bir projeksiyon çalışması…
‘EZBERDEN OKUNAN ŞİİR’ GİBİ YARGILAR VE ABSÜRDÜN TONU, YALINLIĞIN DOZU
Berkun Oya projeksiyon tutarken “üç kuruş fazla olsun absürt olsun” deyip özde can sıkıcı bir meseleyi mümkün mertebe absürt işlemiş. Zamanı durdurmuş, boyutlar arası bağlar kurmuş, abartıyı öne çıkarmış vs. Fakat olay örgüsü, anlatı kadar absürt değerlendirilmemiş. Artık ezberlediğimiz şeyleri anlatmış Oya…
Tekrarlamış:
Bir: Orta üst sınıf dikizcidir.(2)
Dizide Mehmet (Fatih Artman) sürekli olarak meditasyon yapan Zeynep’i (Aslıhan Gürbüz) izliyor. Zeynep gözü kapalı olduğu için görmüyor Mehmet’i. Gözünü açtığında ise köpürüyor. Anlatı boyunca yinelenen bu sahneler çiftin iletişimsizliğini vurguluyor.
İki: Orta üst sınıf çocuğunu projelendirir, çocuğuna aşıktır.
Dizi büyük ölçüde bu yargıdan besleniyor. İlk bölümlerde Metin’in nasıl yetiştirildiğini (yetiştirilmediğini) görüyoruz. Doğmamış çocuğa don biçen çift nerede yanlış yaptığını arayadursun harcanan orta yerde harcanıyor. Bununla birlikte proje; övünç kaynağı bir “dosya” olduğundan ve dosya masrafı pek kabardığından orta üst sınıf da yavrusuyla bütünleşiyor, idealine ve potansiyeline hayranlığını onda cisimleştiriyor.(3)
Üç: Orta üst sınıf ilgisizdir, insanı ilişkilerden yana soğuktur.
Dizide anne baba, oğullarına “titremiyor” daha ziyade ona her şeyi verip uzaklaştırmaya yarayan bir ilgisizliği paylaşıyorlar. Anne baba rollerinin geleneksel çizildiğini belirtelim. Baba yargılayan ve (bir ölçüde) sert, anne ise tek evladını her koşulda sahiplenen böylece gelişimini engelleyen bir konumda.
Dört: Orta üst sınıf gösteriş budalasıdır, yapmak için yapar.
Dizide portakal yetiştiriciliği dışında en çok eleştiri yöneltilen mesele ise çocuklara bu “ne yapacağını bilememe” halinin ebeveynlerden sirayet edişi. Ebeveynler her şeyi göstermeye meraklı, var olmaya sevdalı! Var olmak, var görünmek bu ebeveynler için hobi. Her şeyi yapmak için yapıyorlar… Çocuğu bile! Mamasından odasına tastamam hazırladıkları çocuğun henüz rahme düşmediğini fark etmeleri bir kırılma olmuyor. Kimse aydınlanmıyor. Yola sis farlarıyla devam ediliyor. Bu yolda sürekli sağa sola sinyal verip burunlarının dikine gitmekten vazgeçmiyor çiftimiz.
Beş: Orta üst sınıf rekabetçidir.
Oya, orta üst sınıftaki çürümeye, arka planda bir rekabetçilik önermiş. Bunu da kör göze parmak yapmamış. Zeynep-Mehmet çifti hemen her bölüm rekabet halindeler. Kendileri ve çevreleriyle… Her nesne ve özne anlaşılması beklenen eşlikçiler değil aşılması gereken engeller olarak dizilmiş. Bu durum her ne kadar karikatürize edilse de endişe verici boyutlarda çıkıyor karşımıza. Yaşamaya, anı biriktirmeye, yetiştirmeye duyulan saplantı “daha iyi olma” çabasının özünden damlıyor âdeta. Çekirdek ailenin finaldeki yorgunluğunu da buna yormalı.
Dizide tüm bu yargıların (ve daha fazlasının) absürt bir üslup rehberliğinde yüze okunduğunu görüyoruz fakat izlediklerimize, işittiklerimize aşinayız. Oya orta üst sınıfı bildik yargılar eşliğinde hedef alıyor ve alabildiğine yalın aktarıyor.
BİRTAKIM BÜYÜTME VE KÜÇÜLTMELER ÜZERİNE
Öyle bir görüntü vermesine karşın dizide metaforlara pek fazla başvurulmuyor, geveze sahneler yeğleniyor. Büyükler çocuklaşıyor, küçükler büyüyor. Tabii büyüklerin çocuklaşmasıyla birlikte ilk iki bölümde sağlıksız bir iletişim ve kısır diyaloglar seyrediyoruz. İtici arkadaşlar (Zeynep Ocak ile Uraz Kaygılaroğlu) taklitlerle, jest ve mimiklerle idare ederken ana karakterimiz Metin ikinci bölümde henüz beş yaşında dünyanın sırrını çözmüş bir kişilik sergiliyor. Sevgilisi Ahu ile tartışmaları ilgi çekici… Ebeveynlerin çocuklaşmasına, role girmesine (kendilerini fazla kaptırmasına) rağmen çocuklar, hayatın içinde kalmayı üstelik ağır bir tartışmayı da centilmence yürütmeyi başarıyorlar. Kısacası alınlarının akıyla çıkıyorlar!
İlk iki bölümü, çocuklarını büyütürken küçülen ebeveynlerin trajedisi şeklimde yorumlamak mümkün… Öte yandan “Z” diye çağrılan bu yeni kuşağın kendisine ve çevresine karşı hayli acımasız ve akıllı olduğu, gözünü budaktan sakınmadığı tespitini yapabiliriz. Büyüklerin ağzından dinlesek sıkılacağımız şeyleri çocuklara söyletmiş Oya. Bu tercihi artı hanesine yazmalı.
Dizide ayrıca orta üst sınıf bireylerin meditasyon ve terapi destekli, maddi başarıyı tavaf eden, artık materyale (ve hatta küspeye) dönüşmüş hayatları karşısına dairesel zaman çıkarılıyor. Bir hiciv aranıyorsa burada aranabilir! Çareyi yaşamdan, gerçeklerden kaçmakta arayanlar somut şeylerin kölesine dönüşmekte beis görmezken Oya, bu ikiyüzlülüğe “Doğu’nun bilgeliği”yle yanıt veriyor. Zamanın ilerlemeci, çizgisel ve bu yönüyle arkasına bakmayı reddeden açıklamasını doyurucu bulmuyor; her şeyin aslına rücu edip, yanı ve yöresiyle anlam kazandığı; ölümün bir yeniden doğum olduğu bir düzlemi savunuyor; inkarlar ve pırıltılardan mürekkep bir çürümeyi ise öcüleştirilmeyen bir bakışı sahipleniyor.
OYUNA VE OYUNCULUKLARA DAİR
‘Kuvvetli Bir Alkış’ temasından kopamayan, yargılarını ve gevezeliğini esas alan, araya birkaç not düşüp birkaç uyarıcı sahne serperek doludizgin yol alan bir dizi. Temanın baskın olması da oyunu zedelemiş, yanlış izlenimler uyandırmış. Örneğin ölüm-doğum göndermesi ve portakal izleği makul bir zenginlik katmış fakat soyut, katmanlı bir anlatı da tutturulmamış. Temaya bu düşkünlük (belki de eleştiriye konu “kendine hayranlığın” izdüşümü!), dizinin olduğundan daha “oyunlu” görünmesine, sanılmasına yol açmış. Oysa Oya’nın dizisinde oyun hayli geri planda… Tema var, müzik var, bir çırpıda söylenmek istenenler var ama oyun pek az… Fatih Artman’ın başını pencereden çıkarıp sessiz çığlık atması yahut Aslıhan Gürbüz’ün “yanındaki adamla konuşmak için uzaklaşarak” tüm çelişkilerini gözler önünde yaşaması oyunun parçası olmaktan çok temanın açıklamasına dönüşmüş. Artman’ın çığlığında, Gürbüz’ün iç döküşünde oyun görmüyoruz. Haliyle oyunculuklar da zayıflıyor.
Gürbüz kendi çizgisinin altında kalmış, duyguları geçirmiş ama ‘Ufak Tefek Cinayetler’deki Merve Aksak da bunu ziyadesiyle yapmıştı. Gürbüz canlandırdığı rolün vasatlığına kapılarak az şekerli bir performans sergilemiş. Buradaki zafiyeti duyguların plastikliğine, anlatının biçimine yormak ise kolaycılık olur.
Artman doğal sınırlarında ve sahneye tepeden indirilmiş hissini bir türlü yenemiyor. Oyuncu tüm çatışmalarda yahut geçimlerde, uyumlarda bir deus ex machina! İndiriliyor, sözünü söylüyor, kolaylaştırıyor ama oyunculuğun vahşi taraflarından nasiplenmiyor.
Metin’in büyümüş hâlini diğer bir deyişle olgun portakalı canlandıran Cihat Süvarioğlu rol için doğru seçim olmuş… Süvarioğlu oyununu yüzünden kazananlardan! Karadeniz’de gemiler batırmaktan güzel günler ummaya, ağlamaktan gülmeye yatkın, geçişken bir ifadesi var. Dizide de bu geçişleri birkaç kez vermiş. Süvarioğlu oyununu savunmuş!
Cengiz Bozkurt anne karnındaki buyurgan oyununda pek dikkat çekmiyor ama finaldeki sessiz sakin duruşuyla renk katıyor.
Dizinin çocuk oyuncularına da değinmeli. Küçük Metinlerden ilki; Ahu ile tartışan, büyümüş de küçülmüş Metin rolünde Rezdar Taştan parlamış. Biraz büyümüş Metin’de ise Eyüp Mert İlkis var. İlkis rolün hakkını vermiş.
BAĞLARKEN YA DA ‘ALARALAR’IN APARTMANI ÖNÜNDE ATLANAN İP BİZİM İPİMİZ Mİ?
“Alaralar”ın apartmanı önünde 80’ler partisi veriliyor; seksek oynanıyor, ip atlanıyor. Peki, bu ipi iki uçtan biz mi tutuyoruz? Yahut bu çizgiler bize mi çekilmiş? “Anlatılan bizim hikayemiz, atlanan bizim ipimiz” diyebilir miyiz? İbret mi alalım, kendimize çeki düzen mi verelim? Ne yapalım? Berkun Oya bunları tartışsa; eleştirdiği kesimin kültürel alışkanlıklarını, aile boyu cinnet seanslarını eşelemekle yetinmeyip toplumsal konumuna dair tezler sunsa, kısacası karakterleri çalıştırsa, çatıştırsa belki sulu bir portakal yiyeceğiz! Kefir karışmamış, tebeşir yutulmamış bir öğün tüketeceğiz! Ama Oya bundan ısrarla kaçınıyor ve kuru bir çözümsüzlük öneriyor. “Cici”nin finalini andıran bir çözümsüzlük… Susup örtmeli; daha fazlasını aramak yerine travmalara sarılıp ağlamalı bir final izliyoruz. Travma güzellemenin, gerçek hayatı hiçleştirme politikasıyla kol kola girdiği bir final… Buna ve “az oyun bol söylem” yaklaşımına karşın ‘Kuvvetli Bir Alkış’ zayıf bir anlatı sayılmaz, bir tutarlılığa sahip. Senarist Oya malzemeden kıssa da yönetmen Oya standartları korumuş, servise halel getirmemiş! Tempo da epizotlarla ilerlendiği için ayarlı ve bağlantı noktalarında kusur göze çarpmıyor. Müjde! Dizi akıyor!
Fakat seyrettiklerimiz günün sonunda ne muzip ne eğlenceli! Adrese teslim bir hikaye… Yıllardır konuşulan, heybede aşları etekte taşları tüketen bir meseleyi benzer argümanlarla masaya yatırmak cazibeden eksiltmiş. Bu bakımdan ‘Kuvvetli Bir Alkış’, portakalı soyup başucumuza koyan bir yapım! Lifli, vitaminli… Karna girmeye hazır ama kana karışmakta yavaş…
1. Senaryosu Berkun Oya’ya ait olan ve Yağmur-Durul Taylan biraderler tarafından yönetilen Azizler “kuşatılmış” bir Aziz sunuyor. Modern dünyanın çilesini çeken; yabancı, uzak; yiğeninden azar yiyen, sevgilisi “takılan” bir Aziz:
2. Muhafazakar müteahhit bir baba gölgesinde yeşermeye çalışan Mertkan karakterinin başarıyla işlendiği “Çoğunluk” filmine de imza atmış Seren Yüce, “Rüzgârda Salınan Nilüfer”de orta üst sınıfın ahlaki sınırlarını sorguluyor ve bu sınıfa yakıştırdığı röntgencilik, kıskançlık, rekabetçilik gibi huylar üzerinde duruyor:
https://www.gazeteduvar.com.tr/ruzgarda-salinan-nilufer-ve-burjuvazinin-gizemsiz-pespayeligi-haber-1588836
3. Geçtiğimiz günlerde bir trafik kazası yaşandı ve 16 yaşında bir çocuk lüks aracıyla yol kenarındaki ATV araçlara çarptı. Kazada Oğuz Murat Avcı hayatını kaybederken biri ağır olmak üzere 4 kişi yaralandı. Kazadan sonra yazar Eylem Tok yavrusunu yurt dışına kaçırdı. Eylem Hanım eylemini ne tür tepkiler geleceğini kestirememesine ve oğluna bir zarar gelmesinden çekinmesine bağladı:
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazar-eylem-tok-olumlu-kazaya-karisan-oglunu-yurt-disina-kacirdi-haber-1674481